3 Ocak 2012 Salı

Asıl eksiklik

Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti.
Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor.
...Önce yalnızdık.
9 ay boyunca karanlık bir yerde dışarı çıkmayı bekledik ve dünyaya ağlayarak geldik.
Pişman gibiydik. Ya da mecburen gelmiş gibi.
Biraz büyüdükten sonra, kendimizi bildiğimiz anda, içimizi kemiren, kalbimizi kurcalayan o tuhaf duyguyu hissettik: Bir yerde bir eksik var dedik.
Korktuk.
"Bunun sebebi ne?" diye sorduk kendimize. Cevabı yapıştırdık: "Demek ki sahip olmadığımız bir şeyler var. O yüzden eksiklik hissediyoruz".
Peki, neye sahip olmamız gerekiyor?
Çocukken "yaşımız küçük" diye düşündük. Her istediğimizi yapamıyoruz. Kurallar, yasaklar var. Büyüyünce her şey yoluna girecek.
Büyüdükçe bir şey değişmedi. Yine huzursuzduk. İçimizden bir ses aynı sözcükleri fısıldıyordu:
"Bir eksik var. Kafamız karıştı. Nasıl kurtulacağız bu iğrenç duygudan? Nasıl geçecek bu? "
Aklımıza yeni cevaplar geldi: Okulu bitirince geçecek. İşe girince geçecek. Para kazanınca geçecek. Tatile gidince geçecek.
Okulu bitirdik. Diploma aldık. İşe girdik. Kartvizit aldık. Çalıştık. Para kazandık. Taşındık. Araba aldık. Çalıştık. Eve yeni eşyalar aldık. Tatile gittik. Dans ettik. Terfi ettik. Kartviziti değiştirdik.
Daha çok çalıştık. Daha çok para kazandık. Çalıştık. Çalıştık. Geçmedi. "Bir yerde bir eksik var" hissi, hala orada duruyordu.
Bu sefer de "Sevgilimiz olunca geçecek" dedik. "Yalnızlığımız sona erince bu illetten kurtulacağız.
Beklemeye başladık. Derken, biri çıktı karşımıza aşık olduk. Ve anında başka biri olduk.
Daha güçlü, daha güzel, daha akıllı biri. Hesap cüzdanları, kartvizitler, hatta ilaçlar bile böyle hissetmemizi sağlamamıştı.
Sevgilimizin gözlerinde, daha önce bize verilmemiş kadar büyük sevgi ve hayranlık gördük.
Sevgilimizin gözlerinde Tanrı´ yı gördük.
Işığı gördük."Tünelin ucundaki ışık bu olmalı" diye düşündük "kurtulduk".
Sonra bir gün, daha dün bize deli gibi aşık olan insan çekip gidiverdi.
Ya da artık eskisi gibi sevmediğini söyledi. Ya da başka birine aşık olduğunu söyledi. Ya da daha kötüsü, başka birine aşık oldu ama söylemedi.
Telefonu açmamasından, elimizi tutmamasından, sevişmemesine bahane bulmak zorunda kalmamak için biz uyuduktan sonra yatağa gelmesinden anladık, bir terslik olduğunu.
Belki de sevmekten vazgeçen veya terk eden sevgilimiz değildi, bizdik.
Fark etmez. Sonuçta aşk bitti.
Şimdi her yer bomboş. Şimdi tekrar yalnızız. Başladığımız yere döndük.
Yıllarca uğraştık, eksiğin ne olduğunu bulamadık. Halbuki her şeyi denedik, her yere baktık.
Öyle mi? Bakmadığımız bir yer kaldı.
İçimize bakmadık.
Eksik parçayı dışarıda aradık ama içimizde saklı olabileceğini akıl etmedik.
Birilerini sevdik, birileri bizi sevsin diye uğraştık ama kendimizi sevmedik.
Şaşıracak bir şey yok, tabii ki sevmedik.
Kendimizi sevsek bu kadar koşturur muyduk? Canımız yanmasın diye duvarların ardına saklanır mıydık?
Kendimizi boş sanıp doldurmaya uğraşır mıydık? Terk edilmekten korkar mıydık?

Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti.
Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı.
Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor.
İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor.
"Herkes beni sevsin" diye uğraşınca kimse gerçekten sevmiyor, herkes sevgisine şart koyuyor, sınır koyuyor.
Oysa "kendime duyduğum sevgi bana yeter" diye düşününce, kendimizi olduğumuz gibi kabullenince yarım tamamlanıyor.
Her şey bir oluyor. İşte o zaman perde aralanıyor.
Acı diniyor.
İşte o zaman başka ´bir´i bir araya gelerek, hesabın kitabın, korkunun kaygının hüküm sürdüğü sahte bir sevgi yerine, gerçek bir sevgi yaratılabiliyor.

( Bazı yerlerde yazar Can Dündar yazılmış ama başka isimler de yer alıyor. Yazarından emin olamadığım için yazamadım. )

17 Şubat 2009 Salı

Hayat bir oyun ?

Perdenin acilmasina ramak kalmisti. Hayal ettigi basrolü sonundakapmisti fakat nedense basrol oynayacakmis gibi hissetmedi bir anicin. Belki de bir gece önce gördügü rüyaydi onu bu kadar etkileyen.Rüyasinda bir baskasi ona "Oldugun yerde benim olmam gerekiyordu,senden nefret ediyorum" diye bagirarak silahi onun alnina dayiyordu vekarsisindaki belirsiz silüet tam tetigi cekecekken uyaniyordu gercege.Perdenin arkasindan sahneye bakarken icinden gecen bu düsüncelerheyecanini bastirmak yerine daha da arttiriyordu..."Acaba" dedi icinden. "Gercekten de bir baskasinin hayatini micaliyorum, onun olmasi gerektigi yerde miyim, onun olmasi gereken yerburasi mi, eger öyleyse benim olmam gereken yer neresi ? Peki burasineresi ? Pardon ama ben kimim ? ...Perde acilir ve oyun baslar, evet oyun. "Hayat bir oyun biz de kücükaktörler. Her oyun biter, aktörler de kaybolur gider..."Rol yapmak, oyun oynamak hatta bir oyunda isteyerek rol almak,birilerinin hayatlarini yasamak, kendininkini degil...Calinmis hayatlar mi yasiyoruz, yoksa yasadigimiz hayat olmasi gerekenmi? Yoksa calmadan yasanan bir hayat düsünemez mi olduk ? Acabazamaninda birileri de bizden caldigi icin mi...?Neye göre, kime göre "olmasi gereken" ?Olan bizi neden mutlu etmez ve "keske söyle olsa" diyerek "olmasigereken" yalanini -oyununu- uydururuz acaba ?Oyunlar cok eglenceli gibi gözükse de bir cogunda aci, hüzün vegözyasi cogunluktadir. Oyuna baslarken bunlar tahmin edilmez elbette.Her oyun mükemmel sahnelenecekmiscesine hazirlanir ve sonundagözyasiyla son bulur...

Öyle bir yerine geldim ki hayatın

Öyle bir yerine geldim ki hayatın, nereye gideceğimi bilemedim.
Gitmekle kalmak arasında, düşmekle uçmak arasında, sevmekle nefret arasında.
Her şey karıştı…Uyku bile kaçış oldu artık.
Uyurken düşünmüyorum diye uyuyorum sadece.
Uykunun bile tadı yok…
Gerçi benim tadım yokken uykunun nasıl tadı olsun ki.
Herkes bir şeylerden kaçmaya başlamış, ben inadına her şeyin üstüne giderken onlar kaçıyor. Ben mi çok fazla düşünüyorum, çok mu fazla umursuyorum bu hayatı… bilmiyorum…
Sinirliyim, evet. Hayata, insanlara, yanlışlara, korkaklara, …
Sinirliyim ama onların ruhu duymuyor.
Her şeye isyan edesim geliyor, ama isyan etmek istesem de kaçmıyorum.
İnsanlar neden kaçıyor onu da anlamıyorum zaten.
Acı çekmekten korkmak mıdır bu, yoksa gerçekten sev-e-memek mi?
Hayatı ıskaladıklarının farkında değiller mi acaba…

En iyisi ben susayım da Nazım Hikmet devam etsin bu yazıya…

bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. hani ağzınla kuş tutsan "bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. iyi halin cezanda indirim sağlamaz. sen, "ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır.üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "peki, o ne yaptı" deme. herkes kendinden sorumludur aşkta. sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? hayatı ıskalama lüksün yok senin. onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki....epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. yine içeceksin rakını balığın yanında. üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası.... sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun as olan yürektir. yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. elbet bitecek güneşe hasret günler. ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini. . .

6 Aralık 2007 Perşembe

Tüketim Toplumu ?!

Günümüzde en çok kullanılan terimlerden biri oldu bu “Tüketim toplumuyuz”. Gerçekten de düşününce bunun ne kadar da doğru olduğunu göz ardı edemez hale geldim artık. Sadece maddi değil manevi anlamda da tüketim toplumu olduk. Nedendir bilinmez ilişkilerimize de yansıdı bu tüketme olayı. Her şey o kadar çabuk olsun istiyoruz ki “tahammülsüzlük” had safhada. Biriyle tanışılıyor, ondan elektrik alınırsa (!) taş çatlasa birkaç gün birlikte bir yerlere gidiliyor ve sonuçta hemen sevgili olunuyor. “Aşkımlar,canımlar,cicimler” ile donatılıyor etraf. Birkaç gün içinde yaşanabilecek (!) her şey yaşanılıyor. Onlara sorduğumuzda; tabi ki ne var bunda, elbette yaşanması gerekiyor, illa bir şeylerin yaşanması için beklemek mi gerekiyor, illa ki bir şeyleri ertelemek, zamana bırakmak mı gerekiyor? “Yok hayatım acele etme lütfen” dediğin zaman ne oluyor peki? “Ne demek acele etmeyelim, sevgilim değil misin? Senle değil de başkasıyla mı yaşayayım yani? Bu da bir ihtiyaç. Bir şeyler paylaşmayacaksak sevgili olmanın manası ne?”… Bilemiyorum belki de teknolojinin ilerlemesinden, her şeye çok çabuk ulaşabilmekten kaynaklanan bir durum bu. Her zaman birinin yerini alabilecek başkası oluyor. Anlam veremiyorum açıkçası aklım almıyor. Annem ile babam gözümün önüne geliyor, çocukken aşık olmuş babam anneme. Ve 18 yaşına gelince nişanlanmışlar . Babam ilk kez nişanlandıkları gün elini tutmuş annemin. Soruyorum ne hissettin diye ? “Saniyeler içinde hem kaynar sular, hem de buz gibi sular döküldü başımdan aşağıya” diyor. Yıl 2007 ve 37 yıldır evliler, ama hala aşıklar birbirlerine. Ne sevgililer günü, ne evlilik yıldönümü ne de doğum günleri unutulur, telefonda birbirlerine aşk şarkıları dinletirler, hala dans ederler şarkıları çaldığında. Onların aşkını gördükçe içimden diyorum ki “Ahh nerde be babacım öyle aşklar! Hepsi tarih oldu, mazide kaldı”. Aşka olan inancımı yitirdim. Belki de buna insanlar sebep oldu bilemiyorum ama artık aşktan da aşkı aramaktan da beklemekten de vazgeçtim. Aşk yok demiyorum, var ama artık eskisi gibi “gerçek” aşklar mazide kaldı, kimine göre de modası geçti. Yazarken yine tutamıyorum kendimi, boğazım düğümleniyor… Aşka aşık olmak lafı geliyor aklıma, belki de haklılar diyorum. Ben aşkı yaşamaya değil de aşka aşığım belki de… Daralıyorum yine, nefes alamıyorum, çıkmazlarda boğuluyorum… Annemle babamın odasına gidiyorum mışıl mışıl uyuyorlar, birbirlerine sarılmışlar. Ben hiçbir zaman sizin gibi olamayacağım diyorum kapıyı çekiyorum sessizce, kendi karanlığıma çekiliyorum…

ASLI MÜHÜRHANCI

Yaş 24 yolun ne kadarı eder ?

Yaş 24 yolun ne kadarı eder? Geçmişe dönüp bakınca çok şey yaşamışım, çok şey sığdırmışım gibi geliyor onca zamana, fakat aslında elle tutulur pek de bir şey olmadığını fark edince hayal kırıklığı yaşıyorum bugün. Ne mutlu bir aşk, ne de gerçek bir dostluk görememek... Elimden bir şey gelmiyor. Suçu başkalarında aramamaya başlıyorum, belki de suç bendedir diyorum. Çok fazla ilgi göstermek, elinden gelen her şeyi hatta bazen sınırları zorlayarak haddinden fazlasını yapmak yanlıştır belki de, sevdiğin zaman ölümüne sevmemek, dostun için yeri geldiğinde canını vermemek gerekiyor. İnsan bencil yaradılışlı bir varlık bunu biliyorum ama benim de bir şeyler beklemeye hakkım yok mu bunu anlayamıyorum. Ne zaman birinin başı derde girse ben orda oluyorum ama en kötü günümde, onu da bırak en mutlu günümde bile hatırlanmıyorum. Nedendir bilinmez bu hep böyle oluyor. Hani derler ya “karşındakine hak ettiğinden fazla değer verme” diye, ben karşımdaki insanlara değer veriyorum fakat “insan” oldukları için değer veriyorum. Bazen insan maskesi takan yaratıklarla karşılaşmadığımı da söyleyemem. Bir çok sülük de oldu hayatımda benim kanımla beslenen, beni sömüren, fakat zor da olsa hep ayakta kalmayı başardım. Ama bazen oturup düşününce “Neden? diyorum neden ? başkalarını mutlu edebilmek uğruna neden bu kadar çok çaba gösteriyorsun? Sana ne onların mutluluğundan ! yeter artık kendi mutluluğun için çaba göster !” diyorum fakat yine sonunda nerede mutsuz, şefkate muhtaç biri varsa gelip beni buluyor ya da ben mi onları buluyorum anlamıyorum. Sonuç hep aynı. O’nu mutlu edebilmek için elinden gelen çabayı gösteriyorum, yeter ki o mutlu olsun diyorum. Fakat… bir gün geliyor, ben kendimi çok mutsuz, hevessiz, kötü hissediyorum ve bunu ona söylüyorum, peki o ne yapıyor? Hiçbir şey. Sanırım onu önemsediğim kadar o beni önemsemiyor. Ben onun için uykusuz kalmayı, kendi mutluluğumu unutup onun mutluluğu için çabalamayı göze almışken o hiçbir şey yapmıyor. Ben mi bencillik yapıyorum diyorum ama bu bencillik olamaz. Her yaptığına karşılık mı bekliyorsun diyeceksiniz. Ama, ilgi göstermenin de bir karşılığı olmalıdır bence. Yanlış anlamayın hayatını bana adasın demiyorum elbette ama ufacık da olsa bir ilgi beklemenin bencillik olacağını düşünmüyorum. Bu açıdan baktığımda ne gerçekten ilgi görmüşüm birinden, ne gerçek bir dostluk yaşamışım, ne de gerçek bir aşk.Yaş 24 yolun çok azı ediyor benim için…

ASLI MÜHÜRHANCI

Mucizem "Cem Adrian"

Cem Adrian kimdir ?

Cem Adrian 30.11.1980 tarihinde Edirne'de doğmuştur.

Yugoslav kökenli bir ailenin 2. çocugu olan Cem Adrian müzik çalışmalarına ortaokul yıllarında başlamış ve ilk kayıtlarını yine o tarihlerde yapmıştır.

18 yaşında başladığı radyoculuk hayatına 6 yıl devam etmiş, bu süre içinde tiyatro ve fotografçılık eğitimi almış, çalıştığı radyonun kayıt stüdyosunda kendine ait yaklaşık 250 şarkı kaydetmiştir.

2003 yılında İstanbul'da kurdukları Mystica isimli etnik müzik grubunda solist ve dansçı olarak çeşitli mekanlarda sahne almıştır.

2004 sonbaharında Fazıl Say'ın davetiyle Bilkent üniversitesi sahne sanatları fakültesinde özel öğrenci statüsünde eğitime başlamış, 2005 şubat ayında "Ben bu şarkıyı sana yazdım" isimli ilk albümünü yayınlamıştır. Albüm sanatçının 1997 ve 2003 yılı arasında Edirnede kaydettigi amatör demoların ve 2004 ekim ayında Fazıl Say'la verdiği ilk akademik konserinden kayıtların bir derlemesidir.

"Demo albüm" niteliğindeki bu çalışma müzik sektöründe 16.000'lik bir satış başarısı göstermiş, alternatif müzik kategorisinde olmasına ragmen pop müzik listelerinde üst sıralarda yer almıştır.

2005 yılında Babylon konserler dizisi başta olmak üzere Türkiye'de verdiği konserlerini, 2005 eylül ayında Hamburg müzik sezonunun açılışında Fazıl Say, Bremen jazz festivalinde Burhan Öcal ve Fazıl Say'la sürdürmüştür.

Ünlü müzisyen Fazıl Say, Cem Adrian’ı şu sözlerle anlatıyor:

“Anlatması zor! En peslerden koloratur ötesi en tizlere yayılan, dile kolay, 4.5 oktavlık bir sese sahip. Sahip, evet! İç-sesi olarak da sahip: duygusuyla, hakimiyeti ve güzelliğiyle... Bütün bu renk ve ahenk paletine yön veren “Cem-erkek-sesi,” “Cem-kadın-sesi,” “Cem-çocuk-sesi,” sesleri, ses renkleri ve iç-sesleri... “Hassas” diyor doktorlar; ses telleri normal insanin 3 katı uzunluğunda...”

2006 yılı ocak ayında kayıtlarına başlanan ve 2006 Aralık ayında yayınlanan olan prodüktörlüğünü kendisinin üstlendiği İkinci albümü "Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti" piyasa çıkartılmıştır. Denizhan, Umay Umay ve Suicide albüme düet olarak katılıp katkıda bulunmuşlardır.

2006 yılı sonunda Balans Albüm performansı ve Hayal Kahvesi konserler dizisi başta olmak üzere Tüm Türkiye'de verdiği konserlerini, 2007 yılı Haziran ayı sonunda kayıtlarına başladığı Üçüncü albüm projesine kadar devam ettirmiştir. Bu süre zarfında birçok konser vererek tüm dinleyenlerine ulaşmaya çalışmıştır ve birçok canlı yayın ve programa katılmıştır.

Şu sıralar, yine kendisinin prodüktörlüğünü yaptığı, Üçüncü albümü ve Cover albüm projeleri üzerinde çalışmaktadır..

---------------

Cem Adrian's Biography

Born on the November 30th 1980 in Edirne. Cem Adrian -the 2nd. child of a Yugoslavian origin family- had started his musical studies during secondary school terms and also realized his first recordings. He started his carrier of radio publishing at age of 18 and continued about 6 years. At the same period of time he studied theatre and photography and recorded about 250 own songs at the studios of the radio he used to work. In the year 2003, he performed as the singer and dancer of the ethnic music band "Mystica" which he founded with Serkan and Efkan Erdal, in Istanbul. On autumn 2004, he started his education as a "special student" at Bilkent University Faculty of Music and Performing Arts, by the invitation of Fazil Say. On February, 2005 he released his first album "Ben Bu Sarkiyi Sana Yazdim".This album includes the songs which Adrian had recorded by himself between 1997-2003 in Edirne and the live recordings of his first academic performance with Fazil Say. This "demo-album" had achieved success by sales of 16.000 copies and despite being in the category of "alternative music" it took place at the upper lines of the pop-music lists. The concert series which started by the first "Babylon" concert in the year 2005 in Istanbul, continued by the premier of Hamburg Music Season with Fazil Say and by Bremen Jazz Festival, with Fazil Say and Burhan Ocal.
In 2006, he started working on his 2nd. album produced by himself and book "Ask Bu Gece Sehri Terk Etti" to be published on November 2006.


----------


Ayrıntılı bilgi için :

www.cemadrian.com


Facebook grubu :

http://www.facebook.com/cemadrian